''Bu yazımız, Hz. Muhammed’in (s.a.v) siyasal liderliğini ve devlet başkanlığındaki stratejik ilkelerini ele alan bir düşünce serisinin başlangıcını teşkil etmektedir. Kur’an merkezli toplumsal dönüşümün, tarihsel bağlamda nasıl bir yönetim modeliyle vücut bulduğunu analiz etmek; inanç, ahlak ve yönetim arasındaki bütüncül ilişkiyi günümüz perspektifinden yeniden değerlendirmek bu serinin temel amacıdır...
HZ. MUHAMMED’İN DEVLET BAŞKANLIĞINDA STRATEJİK İLKELER
610 yılında Mekke’de dünyaya gelir. İlk vazifesi ahireti kazanmak için, Kur’an’ın rehberliğinde toplumsal yönetimi değiştirmekti. O günün şartlarında Arap çölünden bütün insanlığa evrensel ve kalıcı ilkeleri payidar etmek imkânsız görülüyordu. En yakın insanları tarafından alaya alınmasının altında bu imkânsızlık vehmi yatıyordu.
Liderlikte bütün insanlığa (Sebe/28), peygamberlikte de tüm âlemlere rahmet (Enbiya/107) olarak gönderildiği bu bütüncül iki ilkenin, bugünün insanı tarafından sağlıklı anlaşılması gerekir. O’nun peygamberliği gibi, insanları uyardığı yönetimdeki prensipleri de evrenseldir. Dünyasını ahiretiyle veya ahiretini dünyasıyla birleştiremeyen bir dinî anlayış evrensel olamaz. Bu, Hz. Muhammed’in âlemlere rahmet, insanlığa rehber mesajıyla da çelişir.
Temel hedef; “İyiliği emrederek yaymak, kötülüğü yasaklayarak kaldırmak.” Devlet yönetimi olmadan bu sağlanamaz. Bu yönetimi, bir mezhep, etnik veya bölgenin değerleri üzerinden sağlamak da mümkün değildir. Burada, dünya yönetimini başkaları tarafından idare edilerek ahiretin ruhbanlığına gömülen bir yönetim tasavvuruyla da sağlamak mümkün değildir.
Bu yönetimin en büyük başat özelliği, zaman ve mekânın ihtiyaçlarının şekillendirdiği ve dolayısıyla hadiselerle etkileşim halindeki günlük davranışların sonsuz bir geleceğe uzanan ufukla uyum sağlayacağıyla ancak mümkündür. Yakın zamana yönelik verilen bir hükümle bu hükmün çok sonraları ortaya çıkacak olan sonucu arasında uyum sağlayan bir yasama yöntemi ve ilkesi olmalı. Bu üstün siyasetle donatılmış ve işlerin akıbetini öngörmede derin bir kabiliyete sahip müstesna bir lider ancak sağlayabilir. İşte Hz. Muhammed’in lider pozisyonu budur.
Hz. Muhammed’in devlet başkanlığındaki bu stratejik duruşu Mekke ortamında okuma yazması olmayan bir yetimin bireysel beşerî becerisiyle tarif etmek de mümkün değildir. İşte burada İlahi bir kuvvetle görevlendirildiği hakikati bundan da anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamberin hayatındaki siyasal tasavvurun temel prensiplerini bu manada anlayıp anlamlandırmalıyız. O’nun toplumsal “yönetme alanını” ve “görevlendiriliş gayesini” dikkate almalıyız. Burada yanlış bir paradoksu görmeliyiz. Şöyle ki; “Gayrimüslimler O’nun peygamberliğini, bugün bazı Müslümanlar da O’nun devleti yönetme başkanlığını göremiyorlar.” Peygamberin peygamberliğine itaat, devlet başkanlığına ittiba etmemizi Kur’an bize emretmektedir. (Ali İmran/24.) İbadet ve inançta ona itaat, lider ve yönetime de ona ittiba etmek dinimizin temel esaslarındandır. Resule ittiba ve itaatın ikisi de bir bütün olup, bunları ayırmak mümkün de değil, caiz de değildir.
Böylelikle, O’nun “vazife alanı” ve “gönderiliş gayesi” olan bu iki temel yükümlülüğü aklına, nefsine, hayatı boyunca tasarruf ve amel pratiğinde daima göstermiştir.
Bütün bunlardan hareketle O’nun hayat pratiğinde birkaç stratejik ilke ön plandadır. Bu ilke ve prensiplerin başında inanç ve ahlakı bir bütün olarak gösterme ilkesi gelir.
Kaynaklarımızda buna “saadeti dareyn” denilir. Bunun manası da dünya ve ahiret mutluluğu demektir. Peygamberin ve O’nun ümmeti, ne dünyaya dalarak ahiretini bir kenara atmayı, ne de ahiretine gömülüp dünya yönetimini başkalarına bırakmayı uygun görmez. Aynı zamanda, ne ahlaka yüklenip inanç, ne de salt inanca tutunup ahlakı ihmal etmez.
Bu dinin tüm prensiplerinde şu kaide geçerlidir; dünya-ahiret ilişkisi bir denge içinde ve iç içe işlenmiştir.
Buna göre ahiret dünyadan daha önemlidir. Ancak dünya ahiretten öncedir. Ve ahireti kazanmanın sahası dünya olduğu için, ahiretteki yeri, dünyada yaşadığı hayatın merkezi ilkeleri ne ise ona göre olacağı da bir hakikattir. Çünkü ahiret dünyada ya kazanılacak veya kaybedilecektir. Dünyası başkaları tarafından alınıp yönetilen birisinin ahiretini sağlaması eşyanın tabiatına aykırıdır. Bunun içindir ki yukarıda da belirttiğimiz gibi, saadetimizin formülü “dar” değil, “dareyn” olması bunu net bir şekilde izah etmektedir.
İşte Hz. Muhammed dünya hayatında ahlakıyla toplumu, inancıyla da peygamberliğini yürütüyordu. Düşmanları dahi emanetlerini ona teslim ediyordu. Peki düşmanları bırakalım. Acaba kaç dostumuz bize emanetini güven içerisinde bırakabiliyor?
